Orta Doğu’da bölgesel dengelerin hızlı bir şekilde değişmesinden kaynaklanan ve ciddi krizlere yol açan bir düzen mevcuttur. Nitekim bu sistem Orta Doğu’da istikrarlı ikili ilişkilerin kurulmasına da engel olmaktadır. Özellikle 2003’te Irak’ın Amerika Birleşik Devletleri ve uluslararası koalisyon güçleri tarafından işgal edilmesi ve 2010 yılının Aralık ayında Arap dünyasında dikte rejimlere karşı başlayan halk isyanları bölgesel dengelerin değişmesine neden olmuştur. Orta Doğu’daki siyasal sistemin ideolojik, etnik ve mezhepsel yapı üzerinde kurulmasından ötürü diplomatik ilişkiler işbirliğinden ziyade güç rekabetine doğru evirilmektedir. Bu nedenle Orta Doğu ülkeleri arasındaki ikili ilişkiler işbirliğinin aksine krizlere dönüşmektedir. Aslında Irak işgali ve Arap isyanları, bunun yanı sıra IŞİD/DAEŞ terör örgütünün Irak ve Suriye topraklarındaki belli bölgeleri kontrol etmesinin Orta Doğu’da bölgesel ve küresel güçlerin nüfuz mücadelesine dönüştüğü söylenebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu ile birlikte başlattığı Fırat Kalkanı operasyonunun hem uluslararası terörle mücadelede hem de Suriye iç savaşındaki dengelere yeni bir boyut kazandırdığını ifade etmek mümkündür.
Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonu neticesinde Suriye ile olan sınır hattını terör örgütlerinden temizlemesi, IŞİD’e karşı iki yılı aşkındır hava operasyonu düzenleyen uluslararası koalisyon güçlerine önemli bir örnek teşkil etmektedir. Öte yandan Fırat Kalkanı operasyonu devam ederken ABD’nin girişimiyle 17 Ekim 2016 tarihinde Musul operasyonu başlamıştır. Aslında Musul operasyonu ülkedeki güç dengelerini ve IŞİD’in Irak’taki etkin gücünü belirleyecek konumdadır. Böylece Irak’taki gelişmelerin yerel, bölgesel ve küresel aktörler arasında güç mücadelesine dönüşmesinin ülkenin geleceğine muhakkak ki etkisi olacaktır. Bu analizde Irak’taki hadiseler ışığında Musul operasyonu ayrıntılı bir şekilde değerlendirilecek ve kentin geleceğine ilişkin öngörülerde bulunulacaktır. Ayrıca Musul operasyonu kapsamında iç dengelerin, bölgesel ve küresel dış aktörlerin Irak’taki stratejilerinin nasıl olacağı; Bağdat, Ankara, Tahran ve Washington hattındaki gelişmelerle irdelenecektir. Analizde özellikle “Türkiye’nin Irak’ta aktif rol almasına Bağdat Hükümeti neden tepki vermektedir?” sorusuna yanıt aranacaktır.
IŞİD İle Mücadelede Yerel Güçler ve Musul Operasyonu
IŞİD’in, 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’u kontrol etmesinin ardından ülkede Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) kurduğu siyasi denklemin değiştiği söylenebilir. IŞİD’in Irak topraklarının yaklaşık yüzde 40’ını kontrolünde tutması ülkede siyasi ve güvenlik sorunlarının önemli ölçüde artmasına yol açmıştır. Irak’taki etnik ve mezhepsel (Şii-Sünni) ayrışma siyasi krizlere sebep olmaktadır. Bununla beraber IŞİD ile mücadele etmek için kurulan milis güçlerinin sayısının artmasıyla ülke iç savaşa doğru sürüklenme tehdidi altına girmiştir. Böylelikle terör ile mücadele kapsamında yerel güçler arasında yaşanan milis gücü oluşturma yarışı Irak’ın coğrafi olarak IŞİD öncesindeki yapısına geri dönmesini oldukça zorlaştırmaktadır.
Öte yandan 2015 yılının Ekim ayından itibaren enerji piyasasında düşen petrol fiyatları da siyasi ve güvenlik sorunları olan Irak’ın ekonomik kriz yaşamasına neden olmuştur. Dolayısıyla Irak’taki siyasi, askeri ve ekonomik krizlerle birlikte etnik ve mezhepsel güç rekabetinin yaşanması, ülkenin coğrafi olarak bölünmesini hızlandırabilir. Bu açıdan bakıldığında Musul’u kurtarma operasyonu yalnızca IŞİD’in Irak’taki varlığını belirlemekle kalmayıp, aynı zamanda ülkenin coğrafi olarak toprak bütünlüğünü ve etnik-mezhepsel anlamdaki toplumsal dokusunu da etkileyebilecek niteliktedir. Stratejik öneme haiz olan; Musul coğrafi olarak Irak’ın ikinci büyük kentidir, yüzölçümü 37323km2 lik alana sahiptir. Musul vilayetine bağlı toplamda 32 nahiye ve ilçe bulunmaktadır. Musul’un temel özelliği yalnızca Irak’ın ikinci kenti olması değil; karmaşık etnik, dini, mezhep yapısıyla Orta Doğu’nun önemli kabilelerinin yaşadığı bir vilayet olarak öne çıkmasıdır.
Musul vilayeti, Arapların, Türkmenlerin, Kürtlerin, Ezidilerin, Hıristiyanların, Ermenilerin ve Yahudilerin birlikte yaşadığı hassas bir bölgedir. Musul’un diğer bir özelliği ise; kadim medeniyetlere, tarihi eserlere ev sahipliği yapmış olması ve petrol zengini olduğundan stratejik konumuyla bir medeniyet şehri olmasıdır. Bu nedenle demografik yapısı ve jeopolitik konumundan dolayı Musul’un, IŞİD terör örgütünden kurtarıldıktan sonra bile yerel, bölgesel ve küresel güçlerin rekabet ettiği bir alan haline geleceğini ifade etmek mümkündür. Şu hususa net bir şekilde dikkat çekmekte yarar vardır; Musul üzerinden güç mücadelesinde bulunan aktörlerin stratejik çıkarları birbirinden farklıdır. Çünkü Irak’ta IŞİD ile savaşan yerel güçler arasında terörle mücadeleye yönelik ciddi bir koordinasyon eksikliği vardır. Başka bir ifadeyle IŞİD ile savaşan yerel güçlerin öncelikli hedefi Irak topraklarını IŞİD’den veya diğer terör örgütlerinden kurtarmaktan ziyade kendi coğrafi nüfuzlarını genişletmektir. Örneğin; Kürtler’in temel hedefi başta Kerkük olmak üzere Irak anayasasının 140.maddesinde yer alan ihtilaflı bölgeleri IŞİD’den kurtararak Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlamaya çalışmaktadır. Kürtler açısından bu durum bir nevi planladıkları Kürt devletinin sınırlarını belirlemek olduğu açıktır. Şii Arapların, Haşed el Şaabi milis gücünün kurulmasıyla birlikte Şii bölgelerine sınırı olan Sünni Arap kentlerinin demografik yapısını kendi lehlerine değiştirme girişimleri mevcuttur. Sünni Arapların ise, iki cephe ile savaşmak zorunda kaldıkları görünmektedir. Birincisinde IŞİD’e karşı kendi bölgelerini kurtarmak için savaşmaktadırlar. IŞİD cephesinin Sünni Araplara ve Türkmenlere büyük zarar verdiğini vurgulamak gerekir. İkinci cephede ise, Sünni Arapların Şii milis güçlerine yönelik ciddi bir mücadeleyle karşı karşıya kaldıkları söylenebilir. Dolayısıyla Musul üzerinde yerel güçler arasındaki güç ve nüfuz rekabetinin orta ve uzun vadede stratejik planlarını incelemekte fayda vardır.
1- Şii Milis Gücü Haşed el Şaabi:
Şii Dini Merci Ali el Sistani’nin verdiği fetva ile Haziran 2014’te kurulan Haşed el Şaabi milis gücünün başlangıçtaki kuruluş amacı Şii bölgelerini ve kutsal mekânları himaye etmekti. Daha sonra Bağdat merkezi hükümetinin ve İran’ın maddi, askeri, lojistik ve eğit-donat desteği ile adeta Şii ordusuna dönüşmeye başlamıştır. Bağdat merkezi hükümeti tarafından Haşed el Şaabi Heyeti kurulmuş ve 2016 yılı bütçesinden de yaklaşık 2.6 milyon dolarlık bir pay tahsis edilmiştir. Haşed el Şaabi Heyeti Başkanı ise Başbakan Haydar el Abadi’nin Ulusal Güvenlik Müsteşarı Falih el Feyad’dır. Ancak Haşed el Şaabi’nin sahadaki komutanı Bedir Tugayı lideri Hadi el Amiri’dir. Haşed el Şaabi milis gücü içerisinde irili-ufaklı 67 grup bulunmaktadır. Irak’ın birçok bölgesinde IŞİD ile sahada savaşan militan sayısı yaklaşık 120 bin Şii gönüllü askerinin olduğu tahmin edilmektedir. Fakat Haşed Şaabi’ye destek veren gönüllü sayısının yaklaşık 300 bin civarındadır. Haşed el Şaabi milis gücü her ne kadar Şii gönüllünün IŞİD’e karşı savaşsa da Irak’ın güvenlik güçlerinin bir parçası olarak hareket etmektedir. Şiiler’in Irak işgalinden sonraki Bağdat’ın siyasi sürecinde etkin bir yapıya sahip olmasının yanı sıra IŞİD’in ülkedeki ilerleyişinin Şiiler’e askeri bir güç kazandırdığı söylenebilir. IŞİD’in, Irak’ı milisleşen bir devlet yapısına dönüştürdüğü ve bu durumun artık ülke geneline yayıldığı görülmektedir.
2- Sünni Arap Milis Güçleri:
Irak’ta Şii Arapların kurduğu Haşed Şaabi gibi tek çatı altında bulunan bir Sünni Milis gücü bulunmamaktadır. Sünni Araplar IŞİD’e karşı mücadele eden çeşitli milis güçlere ayrılmaktadır. Sünni Arapların milis gücü; Musul’un eski Valisi Etil el Nuceyfi komutanlığında kurulmuş olan ve Türkiye tarafından eğitilen Haşed el (daha sonra Neynava Muhazıfları olarak isim değiştirdi) Vatani’dir. Aşed el Aşairi milis gücü (Gönüllü Aşiretler milis gücü) Bağdat hükümetinin desteğiyle kurulan bir Sünni gücüdür. Saddam Hüseyin’in yardımcısı olan İzzet el Duri’nin komutanlığında kurulan Nakşibendi Tarikatı Ordusu Sünni bir direniş gücü olarak kendini tanıtmaktadır. Diğer yandan Şii milis gücü Haşed Şaabi içerisinde bulunan Sünni Arap güçleri de mevcuttur. Bu nedenle Irak’ta Sünni Araplar birbirinden ayrı dört milis gücüyle IŞİD’e karşı mücadele etmektedir. Ayrıca, terörle mücadele ettiğini açıklayan Nakşibendi Tarikatı ordusu yalnızca IŞİD’e karşı savaşmamakta, aynı zamanda Şii milis güçleriyle de mücadele ettiği görülmektedir. Başka bir tabirle IŞİD ile savaşan Sünni Arapların üç cephe ile mücadele ettiğini ifade etmek mümkündür. Bunlardan birinci IŞİD cephesidir. İkinci cephede amaç Şii milis güçlerinin Sünni bölgelerini kontrol etmesini önlemektir. Üçüncü cephe ise, insani olarak IŞİD’den dolayı göç etmek zorunda kalan Sünni Arapların bölgelerine geri dönmelerini sağlamak için ciddi çaba harcanmasıdır. Aslında IŞİD ile savaşın insani boyutu sadece Sünni Arap milis güçlerinin sorunu değil, aynı zamanda Bağdat hükümetinin sorumluluğu altındadır. Dolayısıyla Sünni Araplar açısından hem IŞİD ile mücadele etmede hem de IŞİD sonrası Sünni Arap bölgelerinin idari yapısının oluşmasında ciddi riskler mevcuttur. Söz konusu risklerden en önemlisi IŞİD’e karşı mücadele eden Sünni Arap aşiretleriyle örgüte destek veren aşiretler arasındaki iç hesaplaşma ve çatışmadır. Bu tablo Sünni bölgelerinde iç savaşın yaşanması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
3- Kürtlerin Peşmerge Gücü:
Irak’ta ülkenin güvenlik güçlerinde parti, ideolojik, mezhepsel ve etnik yapıya dayalı bir anlayışın yaygınlaştığı söylenebilir. Bu açıdan Kürtlerin Peşmerge gücü de Kürdistan Demokratik Partisi (KDP), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Goren Hareketi’nden (Değişim) oluşan askeri bir yapıdır. Peşmerge gücünün IŞİD’e karşı temel mücadelesi; Irak anayasasının 140.maddesindeki tartışmalı bölgeleri Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlamak amacına dayanmaktadır. Kürtlerin, başta Kerkük olmak üzere 140.maddeyi fiili olarak uyguladıklarını söylemek mümkündür. Kürtler artık IŞİD terör örgütünden geri aldıkları tartışmalı bölgelerden çıkmayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedirler. Bu nedenle Peşmerge gücünün IŞİD’e yönelik mücadelesinin temel hedefinin Kuzey Irak’ta kurulması öngörülen Kürt devletinin sınırlarını çizmek olduğu söylenebilir. Çünkü Peşmerge gücü IŞİD’den geri aldığı bölgelerin tamamında hendekler kazarak sözü edilen sınırın çizgisini belirlemektedir. Öte yandan KDP-KYB de Peşmerge gücü üzerinden IŞİD terör örgütünden kurtardıkları bölgeleri kendi aralarında paylaşmaktadır. Her iki parti güçlü oldukları bölgeleri kontrol etmektedirler. Örneğin KYB’li Peşmergeleri, Kerkük, Tuzhurmatu ve Diyale’ye bağlı bölgeleri denetiminde tutmaya çalışırken, KDP’li Peşmergeler ise, Musul’un doğu ve güneydoğusundaki Guveyr, Mahmur ve Hazır gibi bölgeleri kontrol etmektedir. Dolayısıyla Kürtlerin de Peşmerge adı altındaki silahlı kuvvetinin siyasi partiler arasında ciddi güç rekabeti ve jeopolitik mücadelesinin olduğu görünmektedir.
4- IŞİD ve Türkmenlerin Durumu:
IŞİD Musul’u kontrol ettikten sonra Türkmen kimliği Şii-Sünni olarak ikiye bölünme tehdidi altına girmiştir. Ayrıca Türkmen kimliğinin Şii-Sünni anlamda ayrışmasının yanı sıra Türkmen coğrafyası üzerindeki güç rekabetinin arttığı görülmektedir. Özellikle Irak anayasasının 140.maddesindeki tartışmalı bölgelerin neredeyse tamamının Türkmenlerin yaşadığı coğrafyayı kapsadığını söylemek mümkündür. Başka bir ifadeyle IŞİD’in Irak topraklarında ilerlemesiyle birlikte Türkmenlerin hem siyasi hem de askeri ve ekonomik olarak gücünün yok olduğu söylenebilir. Özellikle Irak’ta tüm etnik ve mezhep unsurları silahlı güce sahipken Türkmenlerin herhangi bir donanımlı askeri gücünün olmamasının büyük risklere yol açtığı aşikârdır. Çünkü kendilerine özgün silahlı gücünün olmaması Türkmenleri, İran destekli Şii milis gücü Haşed el Şaabi ve Sünni milis gücü olan Haşed el Vatani (Neynava Muhafızları)çatısı altında askeri birlik olarak yer almalarına yol açmaktadır. Haşed el Şaabi milis gücü içerisindeki 16.Birlik Şii Türkmenlerden oluşmakta ve sayısal olarak yaklaşık 12 bin Türkmen’in yer aldığı tahmin edilmektedir. Haşed el Vatani içerisinde ise tahminen 1500 Türkmen vardır. Bu nedenle IŞİD’in ülke topraklarında ilerlemesiyle beraber Türkmenler, Ankara-Tahran arasında Irak’ta bir diğer güç rekabeti unsuru haline dönüşmüştür.
Dolayısıyla Türkmenlerin askeri olarak Şii-Sünni güçlerin çatısı altında IŞİD’e karşı savaşmasının iki riski mevcuttur. Bunlardan birincisi Türkmen kimliğinin ve coğrafyasının parçalanması tehlikesidir. Bir diğeri ise, Türkiye ile gönül bağı bulunan Türkmenlerin Şii-Sünni olarak ayrışmasının sonucunda İran’a yakınlaşmalarıdır. Böylece Türkmenler askeri zafiyetten ötürü başta Kerkük olmak üzere tarih boyunca yaşadıkları herhangi bir bölgeyi kendi güçleriyle savunamayacaklar. IŞİD’in Musul’u kontrolünden sonra Irak’taki Ezidiler, Hristiyanlar ve Şabekler bile kendi silahlı güçlerini oluşturmuşlarına rağmen Türkmenler tam manasıyla bir Türkmen silahlı gücünü kuramamıştır.
Bu bağlamda Türkmenlerin silahlı güce sahip olmamalarının üç önemli nedeni vardır. Bunlardan ilki Türkmen partilerinin ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket ederek bir Türkmen silahlı gücü oluşturmak için hatırı sayılır girişimlerde bulunmamalarıdır. Hatta IŞİD’in Musul’u kontrol ettikten sonra Irak Türkmen Cephesi Başkanı ve Kerkük Milletvekili Erşad Salihi’nin Türkmenlerin silahlanması için girişimleri olmuş fakat Bağdat hükümetinden ve bölgesel güçlerden destek alamadığı için başarılı olamamıştır. İkincisi Türkmenlerin sosyal yapılarından kaynaklanan bir durumdur. Çünkü Türkmenler, Iraklı unsurlar arasında bilime en çok önem veren ve ülke topraklarında eşit haklara sahip vatandaş olarak hayatını idame etmeye çalışan bir toplum bilincine sahiptirler. Diğer bir neden ise, silahlı güçlerini oluşturmak için Türkmenlere bölgesel ve küresel güçler tarafından maddi, lojistik ve askeri olarak herhangi bir desteğin verilmemesidir. Bu bakımdan yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı Türkmenlerin kısa vadede silahlı güce sahip olması oldukça zordur.
Musul Operasyonu ve Türkiye’nin Stratejik Hamlesi
ABD işgalinden bu yana Irak’taki iç siyasetin kaygan bir zeminde hareket etmesinden dolayı dengelerin sürekli değiştiği görülmektedir. IŞİD terör örgütünün ülkedeki varlığından sonra hem siyasi hem de askeri olarak Irak’taki güç denkleminin hızlı bir biçimde değiştiğini ifade etmek mümkündür. IŞİD’in Irak topraklarındaki ilerleyişinin ardından devlet dışı milis güçlerinin sayısındaki artış Bağdat’ın siyasi ve askeri gücünü kaybetmesine yol açmıştır. Çünkü IŞİD ile birlikte bölgesel ve küresel güçler terörle mücadele adı altında Irak’taki rekabet sahnesinde doğrudan bulunmaktadırlar. Bu nedenle ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyon güçleri Irak güvenlik güçleri ve Peşmerge gücüne askeri eğitim, danışmanlık ve lojistik (askeri malzeme ve silah) desteği vermektedir. Öte yandan Irak’ta uluslararası rekabetin arttığı bir dönemde Türkiye’nin Iraklı Kürtler ve Sünni Araplar üzerinden İran ile güç mücadelesine girdiği söylenebilir. Ancak devlet yapısı, toprak bütünlüğü ve egemenliği tartışma konusu olsa da, Irak’ın Birleşmiş Milletler’deki tüm üyelik haklarının saklı olduğu unutulmamalıdır. ABD, Irak’ı işgal ettikten sonra zayıf ve krizler ülkesi olmasına müsaade etse de Bağdat’ın egemenliğini korumaya çalışacağını söylemek mümkündür.
Yukarıda belirtilen gelişmeler dikkate alındığında, Bağdat hükümeti Türkiye’nin 17 Ekim 2016 tarihinde başlayan Musul operasyonuna katılmasını ve Başika’daki askeri varlığını sert tepkilerle karşılamıştır. Başika, stratejik ve demografik özelliğinden ötürü hem Iraklı yerel güçler hem de dış güçler arasında rekabet alanına dönüşmüştür. Başika, Musul’un güneydoğusunda ve kent merkezinden 20 kilometre uzaklıktadır. Başika’nın demografik yapısı itibarıyla; Ezidi, Şabek, Türkmen, Sünni Arap ve Hristiyanlar’ın birlikte yaşadığı ve Musul’a bağlı bir bölgedir. IŞİD’in kontrolüne geçmeden önce Başika’nın nüfusu 140 bin idi ancak terör örgütünün kontrolündeyken kentte 35 bin kişinin olduğu tahmin edilmektedir.
Başika’nın diğer bir özelliği de Türkiye-Irak sınır kapısı olan İbrahim Halil/Habur sınır kapısı ile Irak’ın diğer bölgeleri arasında ticari bir güzergâh olmasıdır. Bu sebeple Başika’nın stratejik niteliği askeri ve ticari ehemmiyetini artırmaktadır.
Bağdat Hükümeti Neden Türk Askerine Karşı Çıkıyor?
Ankara-Bağdat arasında terörle mücadele ve güvenlik işbirliği anlaşmasına rağmen Irak Parlamentosu’nun 4 Ekim 2016’daki oturumunda Türk askeri “işgalci” güç olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca iki ülkede bulunan Büyükelçiler Dışişleri Bakanlığı’na çağrılarak sert tepkiler verilmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında, Abadi Ağustos 2014’te kurduğu hükümet kabinesini oluştururken ülkede reform, mali ve idari yolsuzlukla mücadele edeceğini ilan etmiştir. Hatta Maliki’nin başbakanlık dönemde yolsuzluğa adı karışanları yargı karşısına çıkaracağı vaadini vermiştir. Dahası Abadi, Irak’ta siyasi uzlaşıyla kurulan hükümet kabinesini yeteneğe dayalı teknokrat hükümetine dönüştürmeye çalışmıştır. Ancak Abadi kendisinin de bir siyasi uzlaşıyla başbakan olduğunu unutmuştur. Aslında Abadi’nin reform ve yolsuzluğa karşı mücadelesi hem kamuoyundan hem de Dini Mercii Ali el Sistani tarafından büyük ilgi ve destek görmüştür. Fakat Irak’taki devlet kurumlarının hemen hemen tümünde mali ve idari yolsuzluk olmasından dolayı Abadi hükümetinin ülkeyi bu tür sorunlardan kurtarmaya ne gücü yetmiş ne de Şii-Sünni ve Kürt siyasi gruplarından yeterince destek almıştır. Bu sebeple Abadi’nin reform ve yolsuzlukla mücadelesinin başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilir. Dolayısıyla Abadi’nin Başika kampındaki Türk askerine yönelik sert tepkiler vermesinin ardında ülkedeki idari ve mali yolsuzluktan ziyade egemenlik mücadelesi verdiğini Şiilere ve Irak kamuoyuna sunmak yatmaktadır.
Bu çerçevede Irak Başbakanı Haydar el Abadi’nin Türkiye’ye yönelik yaptığı sert açıklamalarının iki önemli nedeni olduğu düşünülebilir. Bunlardan birincisi Abadi’nin eski Başbakan Nuri el Maliki ile yaşadığı liderlik rekabetini Türk askerine karşı çıkarak pekiştirmeye çalıştığı söylenebilir. Abadi hem Şii kamuoyuna hem Irak geneline ülkede güçlü bir lider olduğunu göstermek amacıyla Türkiye’ye karşı sert tepki vermektedir. Çünkü eğer Abadi Türk askerine bu kadar sert tepki vermeseydi Maliki’nin güvenlik güçleri içerisindeki destekçileri tarafından askeri darbeye maruz kalabilirdi. Bu nedenle Abadi, Türk askerine yönelik şiddetli açıklamalarda bulunarak kendisine karşı muhalif olan Şii siyasilerinin de desteğini aldığı ifade edilebilir.
Diğer yandan, Şii milis gücü Haşed el Şaabi’nin Irak güvenlik güçlerinden daha etkili olmasının Başbakan Abadi’nin Türkiye’ye karşı tepkilerini şiddetlendirdiğini söylemek mümkündür. Abadi, Irak’ta iki güçle karşı karşıyadır. Bunlardan biri Haşed el Şaabi milis gücüdür. Diğeri ise İran faktörüdür. Bu nedenle Abadi’nin sözü edilen iki gücü dengelemek amacıyla başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmesinin başbakanlık görevi açısından risk oluşturduğu kanaatinde olduğu görülmektedir. Irak’ta ne İran ne de Haşed el Şaabi milis gücü ülkede Türkiye’nin nüfuzunun artmasını istemektedir. Çünkü uluslararası koalisyon güçlerinin üyesi olan 36 ülke Musul operasyonuna askeri ve hava operasyonları anlamında destek vermektedir. Bağdat hükümeti tarafından yalnızca Türkiye’nin Musul operasyonuna katılmasına karşı çıkılmaktadır.
Bu bakımdan bahse konu gelişmeler değerlendirildiğinde, IŞİD ile mücadele adı altında 11 yabancı ülkenin (Amerika, Fransa, Almanya, İngiltere, Danimarka, İtalya, Hollanda, İsveç, Rusya, İran ve Türkiye) 9300 askeri personeli Irak topraklarında askeri danışmanlık ve eğitim amaçlı güç olarak bulunmaktadır. Ancak yalnızca Başika kampındaki Türk askerinin varlığı dikkat çekmektedir. Bu durumun yukarıda sözü edilen tespitlere ilaveten iki önemli sebebi daha bulunmaktadır. Birinci sebep Başika kampında Türk askerleri dışında herhangi bir başka yabancı gücün askerinin bulunmamasıdır. İkinci sebep ise Türkiye’nin, Musul’un yerel güçleri ve Peşmergeler dışındaki Irak ordusuna veya güvenlik güçlerine bağlı askerlere eğitim vermemesinin de tepkileri artırdığı ifade edilebilir. Bu bağlamda Türkiye, uluslararası koalisyon gücü üyesi olarak Irak güvenlik güçlerine de askeri eğitim veya danışmanlık verdiğinde Bağdat hükümetinin tepkisinin şiddetini düşürebilir.
Sonuç
Orta Doğu’da şiddet olaylarının ve krizlerin her geçen gün artması bölgesel anlamda sadece siyasi, güvenlik ve ekonomik alanlara etki etmemektedir, aynı zamanda farklı nedenlerle ciddi toplumsal kırılmalara yol açmaktadır. Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarının başta Suriye olmak üzere Libya, Mısır ve Yemen’de şiddetli iç çatışmalara sebep olduğu görülmektedir. Sözü edilen bütün gelişmelerin neticesinde IŞİD terör örgütünün Irak ve Suriye’de toprak kazanarak güçlenmesi bölgesel bağlamda önemli bir kırılma noktasıdır. IŞİD’in ilerleyişine karşın Orta Doğu’da bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi hedefiyle herhangi bir ittifakın ortaya çıkmamasının terör örgütlerinin artmasına neden olduğu söylenebilir. Öte yandan Musul operasyonunun üç cephede başlaması ve yerel güçler arasındaki güç mücadelesi kentin IŞİD’den kurtarıldıktan sonra bölünmesine yol açabilir. Özellikle Kürt Peşmerge güçlerinin söz konusu terör örgütünden geri aldıkları bölgelerden çekilmemeleri yerel unsurlar arasında (Peşmerge, Haşed el Şaabi ve diğer yerel aşiretlerden oluşan güçler) ileriye dönük şiddetli çatışmalara neden olabilir.
Bu bağlamda Musul operasyonunda üç temel krizden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birincisi, kentteki sivil insanların can güvenliği ve göç dalgasıdır. İkincisi, Irak güvenlik güçlerinin veya operasyona katılan diğer yerel güçlerin kentte bulunan sivillere IŞİD mensubu olarak muamele etmesidir. Diğer bir muhtemel kriz ise, Musul operasyonunun IŞİD ve kentte bulunan Sünni Arap aşiret güçlerinin sert direnişinden dolayı akamete uğramasıdır. Bu durumda Irak’ta mezhepsel anlamda Şii-Sünni geriliminin intikam duygusuna dönüşmesi riskinin artmasından söz edilebilir. Çünkü Musul operasyonuna dikkat edildiğinde ABD’nin temel hedefi kenti yalnızca IŞİD teröründen kurtarmaktır. ABD, Musul’un idari, askeri, ekonomik ve sosyal yapısının geleceğine dönük herhangi bir somut çalışmada bulunmamaktadır. Ayrıca Musul’un IŞİD’den kurtarılmasından sonra Haşed el Şaabi Şii milis gücü içerisindeki bazı grupların kentteki Sünnilerden intikam almasıyla birlikte korkunç insani sorunlarla karşı karşıya kalınabilir.
Yukarıda sözü edilen gelişmeler değerlendirildiğinde Bağdat hükümetinin, ülkedeki milisleşme sürecini destekleyerek Irak’ın IŞİD sonrası geleceğini daha da tehlikeye attığını söylemek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında Haşed el Şaabi Şii milis gücü artık resmi olarak Irak güvenlik güçlerinin bir parçası haline gelmiştir. Çünkü Başbakan Abadi, Haşed el Şaabi Heyeti Konseyi’ni kurarak Irak savunma bütçesinden de Şii milis gücüne pay ayırmasıyla resmi bir güvenlik kurumuna dönüştürmüştür. Şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki, Irak’ta IŞİD terör örgütü tamamen bitirilse bile Haşed el Şaabi milis gücünün feshedilmeyeceği söylenebilir. Başka bir tabirle IŞİD, Irak topraklarından çıkarılsa da ülkenin devlet dışı milis güçlerinden kurtulması zor gözükmektedir. Dahası IŞİD terör örgütünün Musul’dan çıkarılmasıyla birlikte Haşed el Şaabi milis gücü Suriye topraklarına geçerek Hizbullah’tan sonra ikinci bölgesel bir Şii askeri güç olabilir. Bu sebeple Musul’un batısında bulunan Türkmen şehri Talafer’in Haşed el Şaabi güçleri tarafından kontrol edilmesi, İran ve Şii milis güçlerinin Suriye’de Esed rejimi ile Lübnan’daki Hizbullah’a yardım koridorunu açabilecektir. Dolayısıyla Şii milis güçlerinin Talafer’i IŞİD’den kurtarmak için harekete geçmesinin arkasında Suriye koridoru açma stratejisi olduğunu söylemek mümkündür. Bu tablonun Türkiye’yi de endişelendirmesindeki en önemli faktör, Talafer’deki Türkmenler arasında Şii-Sünni çatışmasını körükleme tehlikesinin var olmasıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında Bağdat ve Tahran’ın dolaylı yöntemlerle Musul operasyonunu ile beraber Türkiye’nin Kuzey Irak’ta var olan nüfuzunu zayıflatmaya çalıştıkları söylenebilir. Bir taraftan Ankara, Heşad el Şaabi milis gücünün Musul operasyonuna katılmasına şiddetle karşı çıkarken, diğer taraftan ise Tahran, Şii milislerin operasyonlara katılmasını desteklemektedir. Bu durum Türkiye ile İran’ın Irak’taki güç mücadelesinin kırılma noktası olarak görülebilir. Türkiye’nin Musul operasyonuna katılma sebebinin Sünni Araplara destek amaçlı olduğunu söylemek doğru bir yaklaşım değildir. Musul vilayeti nüfusunun yüzde 85’ini Sünniler oluşturmaktadır. Ankara’nın Musul’daki demografik gerçeklere göre bölgede yaşayan Türkmenlere ve Sünnilere yardım etmesini doğal karşılamak gerekmektedir. Çünkü Irak’ın iç dengeleri dikkate alındığında Bağdat merkezi hükümeti dışındaki bölgelerde demografik iç dinamiklerle işbirliğinin geliştirilmesinde fayda vardır. Örneğin Musul’un merkezinde Sünni Araplarla, Talafer’de Türkmenlerle görüşülmelidir. Söz konusu bölgedeki demografik yapı değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Musul üzerinden mezhepçi bir yaklaşım içerisinde olmadığını ifade etmek mümkündür. Bu bağlamda Musul operasyonunda Türkiye’nin aktif rol alması hem sınır güvenliği açısından hem de Irak’taki nüfuzunun devam etmesi bakımından önemlidir.
Özellikle Talafer’deki Türkmenler arasında kuvvetle muhtemel yaşanabilecek Şii-Sünni mezhepsel çatışmanın Türkiye tarafından önüne geçilmesi ciddi bir meseledir. Türkiye’nin IŞİD terörünün Irak’taki ilerleyişi sürecinde Türkmenleri siyasi, askeri ve maddi olarak desteklemesi hayati önem taşımaktadır. Ayrıca Musul’a bağlı Sincar (Kürtçesi Şengal) bölgesindeki PKK terör örgütünün Sincar Dağı’nı ikinci Kandil’e dönüştürmemesi için Türkiye bölgede askeri varlığını sürdürmelidir. Sincar Dağı PKK için Kandil’den daha stratejik bir bölgedir. Çünkü Musul’un batısındaki 1400 metre yüksekliğindeki Sincar Dağı Irak ve Suriye sınırında olmasıyla birlikte YPG/PKK’nın kanton olarak ilan ettiği Haseke’ye de yakın olduğu bilinmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin sınır güvenliği açısından Musul operasyonuna katılması veya bölgede askeri bir üs kurması stratejik bir hamle olarak görülebilir.
Özetlemek gerekirse, Musul’un IŞİD terör örgütünden kurtarılmasının 2017 yılının Mart ayına kadar sürebileceğini tahmin etmek zor değildir. Musul’u kurtarmanın yolu Bağdat hükümetinin IŞİD’e destek veren kentteki Arap aşiretleriyle diyalog kanallarını kurup, örgüte yardım edenlere yönelik genel bir af ilan etmesinden geçmektedir. Kentteki tüm kesimler arasında Musul’un geleceği hakkında ciddi bir stratejik ittifak yapılmalıdır. Bununla birlikte Musul üzerinde Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Katar arasında bölgesel bir işbirliğine gidilmelidir. Aksi takdirde Musul’da önce Sünni-Sünni Arap çatışmasının başlamasının ardından da etnik ve Şii-Sünni olarak mezhepsel iç savaşın kaçınılmaz olacağı söylenebilir.
Kaynak: Kardaşlık 72. Sayı